top of page
  • Yazarın fotoğrafıMunise Kaya

Cinlere İnanır mısınız?

Güncelleme tarihi: 13 Oca 2021



Hep kullanageliriz ya; fala inanma, falsız kalma. Hemen herkesin inansa da inanmasa da fallara epey merakı vardır. Mutlaka hayatının bir döneminde kahve falı, iskambil falı, tarot falı, bakla falı, taş falı, su falı vs. baktırmış, hiç olmadı, sıradaki şarkıyı kendi için niyetlenmiştir.


Anadolu geleneğinde en yoğun ve belki en çok inanılanı su falıdır. Rivayet odur ki, su falına herkes bakamaz zira fala bakmanız için bir su cinine “sahip” olmanız gerekir. Size geçmişten ve gelecekten haber verecek olan odur. Ama tehlikelidir. Siz değil de o sizin “sahibiniz” olursa aklınızı dahi yitirebilir, cinlere karışabilirsiniz. Bu yüzden maharettir bir su cinine sahip olmak.


Başlıkta sorduğum soruyu burada tekrarlamak isterim; cinlere inanır mısınız?


Bana öyle geliyor ki cevabınız ne olursa olsun, Hamamname’yi okuduktan sonra bu soruyu kendinize birkaç defa daha sormanız gerekecek.


Murathan Mungan’ın Metis Yayınları’ndan çıkan son kitabı Hamamname’yi, iki yıldır düzenli okumalar yaptığımız kitap grubunda tartışma sırasına aldık. Daha önce farklı ortamlarda methini duyduğum kitabı, bu vesileyle planladığımdan önce okuma fırsatı buldum.


Hamamname’de, İstanbul’un Osmanlı dönemindeki sıradan insanların sosyal yaşamı, temel olarak suyun hayata katıldığı hamamlar, çeşmeler, nehirler, sebiller, sarnıçlar ve Boğaz’ın mavi suları üzerinden, ancak bir su cininin ağzından anlatılıyor.


Anlatmazsan dünya silinmez elbet, ama dünyaya varoluşun bilinmez borçlarını ödemeye gelmiş insan silinir varoluşun hafızasından. Eski minyatürlerde, dört nala koşan bir at sırtında geriye dönüp ok atarken tasvir edilen binicinin, okunun yönüyle atının yönü arasında bölünmesi gibi asılı kalmış bir zaman yaratalım kendimize bu kitabın içine dağıttığımız sayfalardan.” diyor Mungan, bir meddah ustasının seslenişine benzeyen “Girizgâh”ında. Yarattığı binici metaforundaki gibi, geride kalmış, unutulmaya yüz tutmuş sıradan insanların günlük yaşamlarını, geçmiş hayatların alışkanlıklarını, rutinlerini, adetlerini, zevklerini, neşelerini, keder ve acılarını bir tarih araştırmacısının titiz sorumluluğu, ama bir edebiyat ustasının karşısındakini mest eden kıvrak diliyle aktarıyor bugünün okuyucusuna.


Ya da belki de anlatan gerçekten su cinidir: “Hayatlarını gördüğümü tas tas ölüme uğurladım. Topraktan toprağa aktım. Sırası geldi, anlattım.”


Tarih, kazananlar tarafından yazılır, derler. Ya tarih ve talih karşısında kaybedenlerin, yaşam yeryüzünde aktıkça, siluetleri geride kalıp silikleşenlerin öyküsü?.. “Dünyanın kaskatı kesilmiş unutkanlığı” neden bu öyküleri yok sayar? Onlar unutulmaya neden mahkum edilir?

Murathan Mungan’ın itirazı vardır buna; “Her devirde resmi yazıcıların, kalemi kavukluların, kuşağında devlet mührü taşıyanları tarih diye anlattıkları ağacı görmez ormana bakar, taneye inmez yekuna bakarmış… Yaşanmış nice hadiseden düşülen yalnızca zafer diye bildikleri… hazinenin kâr hanesi…” diye not düşer sözü su cininden aldığı Tasvir Nihayet bölümünde.


Hamamname’nin su cini de itirazlıdır bu duruma; “Ey kendini dünyanın sahibi, zamanın efendisi sanan insan!” (Çeşmelerin Dinlediği, Suların Söylediği’nde) “Sıralı tarih ne derse desin, zamanın sayfalarını gaipten esen rüzgar çevirir.” (Kadınlar Hamamı’nda) der.

İnsanların adım ölçüsü yeter mi suyun akarına?” “… Su, önce kendini yıkayıp arındırır. Su bunun için hayattır. Su dediğin uyur uyanır. İnsanların ve tarihin unuttuğu, izi-işareti kalmamış, bir zamanlar mamur iken zamanla toza toprağa rivayete karışmış en ücra yerlere bile uğrar toprağın güneş gören yüzüne çıkarken. Dünyanın kayıtlarını yeniden hafızasına alır.” (Akarı’da) diye anlatır suyu bize su cini.


Ve kendini kattığı aziz hafızalı suyun dili olup, insanın unutmayı seçtiklerini anlatmaya koyulur. Çünkü “Sular, bütün geçmiş suları hatırlar ve gördüğü her şeyi saklar. Unutmamak için akar. Yaşadığını, hayat verdiğini, altından, üstünden, yanından, içinden geçtiklerini unutmamak için. Su akarak saklar hafızasını. Bunun için durmaz.” (Suyun Hafızası’nda).


Ve işte bundan içindir ki anlatılanlar, su gibi akar Hamamname’de.


Su cininin İstanbul’un sularında rastlaştıklarıyla tanışır, baktıklarını görür, kulak misafiri olduklarını dinleriz. Kâh o zamanda, kâh bu zamanda onunla sokaklarında, mekanlarında gezinir, İstanbul’u İstanbul yapan ne varsa onun tanıklığında bilir, öğreniriz.


Düzenin dayattıklarına inat, hayatını elinde tutmaya çalışanların, kendi kurallarını, gizli yasalarını, ayak oyunlarını, aldanmalarını, aldatmalarını, uğradıkları ayrımcılığı, arzularını, kahırlarını görürüz.


Boğaz’ın sularında kayık çeken hamlacıların bakışlarında, kumaş dükkanlarının arka bölmelerinde, gece vakti gözleri bağlı getirildikleri yalıların loş ışıklı odalarında aşkı arayışlarını görürüz.


Hamamların külhanına sığınmış yadigarlarını, giyindikleri layhar kefenlerini, o külhanların deste başlarını, külhanbeylerini, natırlarını, peştamalcılarını, tellaklarını, meydancılarını, kafesdarlarını, hamamcı çıraklarını, hamamların o sıcak, nemli atmosferindeki telaşlı koşuşturmalarından bir çırpıda alıp, kitap sayfalarında önümüze diziverir su cini.


Mekanları gezeriz sonra. Halen ayakta duranlarla, yıkıntıları kalmışları ve bir de yıkılıp gitmişleri.. Hamamları, çeşmeleri, bentleri, sarnıçları, sokakları… “Önce kendileri düştü sokakların sonra adları, levhaları.” (Sakalar’da). Hasankeyf gibi…


İşte böyle gezmelerde insana dair içerleyişlerini de duyarız su cininin.


İnsanların ayırdıklarına tabiat gülerdi, su ayırmazdı.” (Zerreden Peştamala’da), çünkü su arındırıcıdır, şifadır, kutsaldır. Oysa “Hepimiz sudan geldik, akraba sayılırız suyun kardeşliğiyle.”

Ve kederlenir insanoğlunun hallerine; “…ölüm tezgâhlamak insanların işidir.” “Mayasından mıdır, hamurundan mı zulmü bitmez insan soyunun. Kendi unutsa, unutturmak istese bile dişlerinden kan damlayan tarihin kanlı sayfalarını yıkamaya su bulamaz. Geçmiş diye ötelediği hep yanı başında durur, çıplak göze görünmese de gölgesi içinde yürüdüğün güne vurur, senin ‘şimdi’ dediğin zamanı seninle birlikte adımlar, geçmişten getirdiği alışkanlıklarıyla hiçbir kan aktığı yerde kalmaz.” (Cellat Çeşmesi’nde). “Menfaat hırsının kirlettiği dünya hallerini hangi tas, hangi su yıkayabilirdi ki?” (Sarılık Tası’nda).


Dünyada cellatlar eksilmezken,… devir değiştikçe zulmün çeşitleri de görünmezliğe gizlenmeyi öğrenmiş… Ölülerini asri zaman cellatlarının elinden alamayan analar, sonraları dünyanın her yanında bir araya gelerek toplanmaya, kol kola girip yürümeye, diz dize çöküp oturmaya başlamışlar, misal her cumartesi İstanbul’da, Galatasaray Meydanı’nda toplanıp kayıplarının akıbetlerini, ölülerinin kemiklerini, sahipsiz mezarlarının yerini devrin cellatlarından sormuşlar.” (Cellat Çeşmesi’nde).


Bizi bizden çok daha iyi tanıyan ve anlatan su cinin insanın kurtuluşuna dair umudu, kendi makus talihlerini sorgulayan, biçilen rolleri, dayatılan kabulleri reddeden ve tüm bunları değiştirmeye koyulanların, kendi mucizelerini yaratanların; kayıp kız ile iki nakkaşın hikayelerindedir.


Su cinine inanalım. Çünkü o hâlâ insanoğluna inanıyor.


Ve bir yerlere not düşelim ki; hatırlamak, yaşatır.

60 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page